Yaşamak… Sorulmadan içine dahil edildiğimiz ve oynadığımız
en büyük oyunumuz. Bazen bize biçilen bazen seçtiğimiz rollerle ama illa ki
sahne üzerinde herkes kendi hikayesinin başrolünde olduğu bir büyük sahne. Biz
elimizde boyalarımız durmadan boyuyoruz renkler, sesler, tatlar katıyoruz bu
oyuna ve kattığımız her şey bağlar oluşturuyor bu oyunla aramızda. Kimi zaman
unutuyoruz bunun bir oyun olduğunu ve işkenceye dönüştürmeye başlıyoruz bir
anda tüm renkler siyah, tüm tatlar acı oluveriyor sonuçta da büyük bir nefret
duyuyoruz yaşama. Sonlansın dediğimiz
bile olabiliyor ama sonra bir şey oluyor bazen büyük bazen küçük bir şey. Bir
çiçeğin bahar da ilk çiçeğinin açışını görmek kadar basit, bir bebeğin dünyaya
gelişine şahit olmak kadar mucizevi olabiliyor ve o nefret ettiğimiz hayata bir
anda büyük bir heyecan ve sevgi duymaya başlıyoruz.
İşte bu nefret- sevgi arasındaki med cezir durumu aşktır. Bütün insanlar yaşama
aşıktır aslında. Aşk da bu değil midir ki zaten? Bazen sevmek bazen nefret
etmek ama ne olursa olsun onunla olmaktan onun varlığından vazgeçememek. Artı
ve eksilerini nötrleyip kabul etmek, delirttiği nokta da o kabul edişi unutup
küfretmek ve sonra tekrar barışmak.
Yaşama aşık olmak budur işte, siyahla beyazdan gri oluşturup
onu bazen pembe bazen de lacivert görmek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.